bugün
yenile
    1. 2
      +
      -entiri.verilen_downvote
      jean paul sartre'nun türkçeye bulantı diye çevrilen şahane romanı. (bkz: varoluşçuluk)
    2. 3
      +
      -entiri.verilen_downvote
      (bkz: ölmeden önce okunması gereken kitaplar) ''sen bana gereklisin, diyordu, diğerleri yalnızca bir tesadüf.”
    3. 1
      +
      -entiri.verilen_downvote
      ''bir şey sona ermek için başlamıştır. serüven uzamaya gelmez, ona anlam veren ölümdür yalnız.''
    4. 1
      +
      -entiri.verilen_downvote
      sartre'ın okuduğum ilk kitabı oldu kendileri çok şükür kavuşturana. 1 hafta oldu sanırım bu kitabı bitireli. hem de çok yoğun olduğum bir dönemde olmama rağmen kitabı okumaktan kendimi alamamıştım bir türlü. kitap şahsen beni çok yordu. neden tam olarak bilmiyorum ama zihnimi çok yordu kendisi. kitabı bitirdiğim anda yalancı birisi olmak başlığına bir entry girmiştim. kitabın beni ne kadar yıprattığını not düşmek için girmiştim o entryi. hani aylar sonra da o hisleri hatırlayayım diye. 1 haftadır elime başka kitap alamadım daha. dün bir başlasam mı yeni bir kitaba diye bir göz gezdirdim ama vazgeçtim yine. lan ben böyle olmazdım niye böyle oldu bilmiyorum. kitapla ilgili bir şeyler yazmak istemiyorum şu an. belki sonra. ama oldukça güzel bir kitap olmakla birlikte insanlara okumayın bile diyebilirim bu kitap için. çünkü yordu beni. sartre değişik adam sanırım. bakalım ilerde nelerini göreceğiz daha.
    5. 4
      +
      -entiri.verilen_downvote
      kendimi bu kitaba eleştiri yapabilecek düzeyde bile göremediğimi üzülerek belirtmek istiyorum.. fakat nacizane bir şeyler söylemek istiyorum okumak isteyen yada bu yazarı tanımak isteyen kitapseverinsanlar için. kahramanımız roquentin, oldukça sıradan bir adam, bir küçük kasabada, tarihsel bir kişi üzerinde araştırma yaparken, yavaş yavaş sarsıcı bir gerçeğin, dünyanın ve insanların ratlantısal, dolayısıyla fazladan, dolayısıyla gereksiz oldukları gerçeğinin ayrımına varır. her şey geçici ve nedensizdir. bu doğa, bu kent, bu insanlar. kişi kendi özünü kendi yaratır ve büyütür. her şey kendi iradesi dahilindedir. kahramanımız nesnelerin de bir ruhu bir canı olduğu konusuna metnin hemen her bölümde yer vermiştir. bir de hayatının en çürük anlarında başbaşa kaldığı his var: bulantı. kumsalda bir taşa dokunmasıyla başlayan bu hikaye gitgide onun kaderini oluşturuyor. her şeye uzak ve yabancı bu adam kendini ve evreni ve de pek tabii olarak perde arkasını keşfediyor. daha önce hiç böyle bir kitap okumamıştım. o bir söylüyor fakat siz bin anlıyorsunuz. derinliği ve üstüne kafa yorulması gereken şey çok fazla. sıkıcı bulanların aksine ben hiç bunalmadım. gayet sürüklendim. kendini bu kadar iyi anlatabilen başla bir kahraman daha bulamazsınız :) fakat şöyle de bir nokta var onun hakkında kesin yargılara varmanız biraz güç. zira kapalı kutu kendisi. yalnızca göstermek istediğine açıyor kendini, yani gerçek tutku sahibine. arkeoloji çalışması yaptığınızı düşünün. gerçek bir emek söz konusu olacak. ve bittiğinde ne anladığınızı yada anlamanız gereken şeyi uzun süre sorgulayacaksınız. basite indirgenemeyecek kadar şahane bir eser. zaten varoluşçuluk akımının en efsane en derin kitabı sayılması da boşuna olamazdı. beğenmeyenlere öneri: bari saygınız olsun. bir kitaba "dedikleri kadar yokmuş demek" bize yakışmaz. hele ki bu dünyada yeni bir dönem ve felsefe akımı yaratmışsa. yine de eleştiri hakkımız sonuna ve sonsuza dek saklı.
    6. 2
      +
      -entiri.verilen_downvote
      sartre'nin kitabı. varoluşçuluk fikrinin kült romanı sayılır. bir yüzyılı derinden etkilemiştir. roman kahramanın günlükleri şeklinde ilerler ve topluma hatta kendi bedenine duyduğu tiksintiyi sık sık ön plana çıkarır.
    7. 2
      +
      -entiri.verilen_downvote
      --- spoiler --- "birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. enerji, kendini veriş, körlük ister. hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapmayacağımı biliyorum." --- spoiler ---
    8. 1
      +
      -entiri.verilen_downvote
    9. 1
      +
      -entiri.verilen_downvote
      --- spoiler --- varoluşun anlamı da şu: bilinç, fazlalık olmanın bilincidir. --- spoiler ---
    10. 4
      +
      -entiri.verilen_downvote
      jean paul sartre'nin günlük biçiminde yazdığı bir romanı. varoluşçuluğun kült kitaplarından biridir. karakterimiz roquentin dünyaya karşı duyduğu tiksintiyi ve iç yaşamındaki düşünceleri, çelişkileri anlatır. serkeş havayı sezebilirsiniz bu kitapta. okuyup anlaması kolay bir kitap olmadı benim için muhtemelen tekrar okuyacağım. benim, varım, düşünüyorum öyleyse varım, varım çünkü düşünüyorum, peki niye düşünüyorum? düşünmek istemiyorum artık ; var olmak istemediğimi düşündüğüm için varım, düşünüyorum... Çünkü... puan: 7.5/10
    11. 6
      +
      -entiri.verilen_downvote
      jean paul sartre "anlamıyorum tanrım, hepsi birden aynı şeyi düşünmeye neden bu kadar önem veriyorlar.."
    12. 0
      +
      -entiri.verilen_downvote
      Sartre'nin romanı. Ne zor roman ya bazen bazı yerleri anlamak için üç dört defa okuyorum. Sanki kpss Türkçe yi Sartre hazırlamış gibi.
    13. 2
      +
      -entiri.verilen_downvote
      -bu defa biraz saçmalayarak sevdiğim konulardan bahsetmeye devam- bulantı - jean-paul sartre kitabı arkadaşıma hastanede refakatçi olarak kalacağım için yakınlardaki d&r mağazasından almıştım. rastlantı sonucu rafta bu kitabı görünce okumak için güzel bir fırsat olacağını düşündüm. kitapla ilgili d&r çalışanı hanımefendi ile kısa bir sohbetimiz olmuştu. o beni kitabı anlayıp anlayamayacağım konusunda küçümserken ben de ona “sen ne anlarsın” der gibi istihza ile bakıyordum. kitap konusunda özellikle kahramanın nesneyi kavrayışı konusuna dikkatimi çekmek istemişti. kitabı okuduktan sonra -bugün bilmem kaçıncı kez tekrar bitirdim- hanımefendinin dikkat edilesi bir noktayı işaret ettiğini söyleyebilirim. (konudan bağımsız olarak keşke hanımefendiden bir instagram ya da telefon numarası isteseydim, kitaplar hakkında konuşacak insan bulmak zor) metni varoluşçuluk felsefesi üzerinde hiçbir fikir sahibi olmadan okuyanlar gayet basit bir metin olduğunu düşünebilir. lakin kazın ayağı öyle değil efendim. burada kitaptan alıntılar yaparak bulantı kavramından bahsetmek istiyorum. kenan gürsoy sartre'ın nesneleri, olayları görüşü için "bilinmeyen, tecrübe edilmeyen, kendisini şuura vermeyen herhangi bir varlık sahasını kökünden reddetmektedir. şuur ise ancak karşısındaki objeyi tanımakta olan şuurdur" diyor. esası varlık olarak ele alan birisinin tanrı algısına kapalı olduğu rahatça söylenebilir. varoluşçu felsefe de ayak bağı olarak görülen tanrı (en azından ateistler ve sartre için öyle) bu romana da hiçbir şekilde konu olmuyor. kitaba ismini veren bulantı işte bu bahsettiğim esesı varlık olarak alan insanın her türlü metafizik algıları kabul etmemesinden dolayı yaşadığı psikolojik durumu ifade ediyor. bu bulantı dediğimiz tiksinme duygusu ölüm, yalnızlık, varoluştaki anlamsızlık, nesne korkusu, fazladanlık bulantı kavramını oluşturur. “bir şeyler başlıyor bitmek için: serüven uzamaya gelmez; bitişiyle anlam kazanır. ben de bu bitişe, belki benim de ölümüm olan bu bitişe doğru sürükleniyorum. her an başka anları getirmek için var olur. bütün yüreğimle yapışıyorum her an'a: bu anın tek bir an olduğunu, öteki anların onun yerini tutmayacağını biliyorum, ne var ki yok olmasın diye tek bir hareket bile yapamazdım.” burada ölüm karşısında çaresizlik, varlığına hükmedemeyiş insanın bulantıya gebe olduğunun habercisidir. aslında ölüm roquentin’in hayatında bir anlam ifade etmiyor. çünkü varlık ile yokluk arasında bir fark görmüyor. “elbette, ben de böyle acı çekmek isterdim, ölçüyle, hoş görüşüz, kuru bir yalınlıkla, kendime acımadan. ama bardağımın dibindeki bira ılıksa bu benim hatam mıdır, aynanın üzerinde koyu lekeler varsa, ben fazlalıksam, acılarımın en özdeni, en kurusu, ayı balığı gibi fazladan bir et ve aşın geniş bir deriyle, ıslak, dokunaklı, ama öylesine çirkin kocaman gözlerle sürüklenip hantallaşıyorsa bu benim kabahatim mi?” ve başka bir pragrafta “çıkmak, gerçekten kendi yerim olan bir yere, uyabileceğim herhangi bir yere gitmek istiyorum... ama benim yerim yok; fazlalığım bu dünyada.” hiçbir şeyi kendisine dayanak olarak göremeyen insanın -kendiliğinden var olan insanın- fazladan olduğunu keşfiyle yukarıdaki paragrafta bahsettiğim gebeliğin ilk sancılarını çekmeye başlar. fazladanlığın keşfi varoluşun saçmalığını ortaya çıkarır. domino taşları gibi düşünelim. hepsi aslında birbirini tetikleyen bir etkiye sahip. “göğüs geçirip iskemlenin arkalığına iyice yaslandım, dayanılmaz bir yalnızlık duygusu kapladı yüreğimi. saat dördü çalıyor, işte bir saat var ki, kollarımı sarkıtmış, iskemlede durup duruyordum. ortalık kararmaya başlıyor. bunun dışında hiçbir şey değişmedi bu odada: ak kâğıt hâlâ masanın üzerinde, dolmakalem ve mürekkebin yanında...” ve başka bir pragraf “bu yitik günlerde sık sık bakarım bu yüze. hiçbir şey demiyor yüzüm bana. başkalarının yüzlerinin bir anlamı var. benimkinin yok. güzel ya da çirkin olduğuna bile karar veremem. çirkin olduğunu sanıyorum, çirkin olduğunu söylediler çünkü. bir toprak parçasına ya da bir kayaya güzel çirkin denilebilirmiş gibi, yüzümde bir nitelik bulmaları, çirkin bile demeleri şaşırtıyor aslında beni.” paragraflarda tanrı tanımaz insan terk edildiğini, yalnız olduğunu düşündüğü için acı içinde yaşar (yalnızlık acısı değil). bulantıda kahramanımız insanlarla yüzeysel ilişkiler kurar, onlar gibi olmayı problem olarak görür. bu yüzden kendisin onlardan ayrı tutarak tercihi bir yalnızlığı yaşar. bu tercihi yalnızlığı sartre’ın çağdaşı ahmet hamdi tanpınar’da şu cümlede görüyoruz; “bir duvarın arkasındayım ama benim duvarımın freksleri çok güzel.” “cumartesi günü, çocuklar denizde taş kaydırıyorlardı, ben de onlar gibi, bir çakıl taşı alıp kaydırmaya kalktım ve hemen işte o anda durup, taşı elimden bırakmamla oradan uzaklaşman bir oldu. şaşkına dönmüş olmalıyım ki çocuklar ardımdan güldüler. işte dıştan görünen. içimde olup bitenler, hiçbir belli iz bırakmadılar geride. bir şey vardı, gördüğüm, tiksindiğim, ama denize mi bakıyordum: çakıl taşına mı bakıyordum, şimdi bilemiyorum artık. düz bir çakıl taşıydı bu, bir yüzü kupkuru, öteki yüzü ıslak ve çamurlu. elim kirlenmesin diye, parmaklarımı iyice ayırmış, taşı kıyılarından tutuyordum.” ve başka bir paragrafta “ateş kümeleri yuvarlanıyor aynalarda; duman halkaları, ışığın katı gülücülüğünü bir yandan perdeleyip, bir yandan bu gülücüğün üstündeki örtüleri atarak ateş kümelerini kuşatıyor, ve dönüyor. bira bardağım küçüldü, masaya yapışıyor: yoğun, kaçınılmaz bir hali var bardağın. uzanıp bardağı almak, ağırlığını elimle tartmak istiyorum, elimi uzatıyorum.. tanrım! değişen, özellikle buymuş, benim davranışlarım” burada da nesne korkusu bulantı hissini ortaya çıkarıyor. nesnelerin kendi formlarının dışına çıkarak yani bildiğimiz varoluşlarının dışına çıkarak bu bulantı hissini tetikliyor. nesne kokusunu ayrıca insanlarla olan bağlarında -insan korkusu diyebiliriz- görüyoruz. nesnelerde olduğu gibi tanıdığı insanlara karşı yabancılaşması, onları tanıyamaması aynı tiksinti hissini uyandırır. "her yerde açılışlar, gelişmeler görülüyordu; kulaklarım varoluşun uğultusuyla doluydu; etim zonkluyor ve açılıyor, kendini bu evrensel uğultuya bırakıyordu; iğrenç bir şeydi bu. "peki ama, birbirlerine bu kadar benzediklerine göre, niçin bu kadar var olan var? diye düşünüyordum. birbirinin eşi bunca ağaç neye yarar ki? bunca boşa gitmiş ve inatla yeniden başlayarak yine boşa gitmiş var olan niye? sırtüstü düşmüş bir hayvanın güdük çabalarını (bu çabalardan biri de bendim) andıran bu uğraşma niye? bu bolluk, yüce bir el açıklığına benzemiyordu. tersine, kasvetli, acı çeken, kendi kendinden sıkılan bir bolluktu bu. şu ağaçlar, şu koca beceriksiz gövdeler..." kontrolün kendinde olmadığını farkına varan insanın bunalımları (evet bunalım), kendi varlığı dışında dışarıda devam eden hayata karşı çaresizlik insanı varoluşun anlamsızlığına itiyor. roquentin hayatın anlamsızlığını burada keşfederek bu bulantının (kendi) öz varlığının çaresi olmayan bir parçası olduğunu anlıyor. bu yüzden roquentin için hayatın bir anlamı yoktur ve hayat saçmadır. EK: yalnızlığın bir parçası olarak kahramanımızın eski sevgilisi anny’den bahsetmek istiyorum. yıllar sonra ikilinin ilk buluşmasında anny’nin ilk tepkisi “anny, üstünde kara uzun bir giysiyle kapıyı açtı. her zamanki gibi, ne elini uzattı, ne merhaba dedi. sağ elim yine pardüsümün cebinde kaldı. beylik sözlerden kurtulmak için, çabuk ve yavan bir sesle : «gir ve istediğin yere otur, pencerenin yanındaki koltuktan başka,» dedi. ta kendisi, tam anny. kolları yine iki yanma sarkık. huysuz bir yüzü var. yüzündeki bu huysuzluk bir zamanlar ona ergenlik çağındaki küçük bir kız havasını verirdi.” ardından bir iki ufak diyalogdan sonra anny; “«ne budalasın! seni görmek istediğimi mi sandın? demek istediğin buysa yanlış, elbette seni görmek ihtiyacını duymuyorum. seyredilecek kadar sevimli olmadığını sen de biliyorsun. benim ihtiyaç duyduğum senin varolman ve değişmemelidir. paris'te ya da paris dolaylarındaki bir yerlerde duran şu platin metre gibisin. kimsenin seni görmek ihtiyacını duyacağını sanmam.» … «ama seni, yalnızca soyut bir erdemi, bir tür sınır düşünür gibi düşünebileceğimi bilirsin. sık sık yüzünü hatırladığım için teşekkür edebilirsin bana.»” gördüğünüz gibi anny tam bir megolaman ayrıca para avcısı, acımasız bir kahraman. silik kahramanımız roquentin’in bir ayrılık sonrası yukarıda bahsettiğimiz bunalıma nasıl sürüklendiğini göz önünde bulundurmak gerekir. ayrıca ayrılık da bulantıya dahildir. kitapla başarılı bir fotoğraf denemesi